“Bedende bir organ vardır; sağlıklı olduğu zaman bütün beden sağlıklı olur, bozulduğu zaman bütün beden bozulur. Bilmelisiniz ki o, kalptir”[1] Tüm vücudun beslenmesini o sağlar. Hücreleri canlı tutar. Sistemin lokomotifidir. Gereğince çalışmadığı an sistem kilitlenir. Fıtrat bozulur. Her şey tersyüz olur. İşte kalp mühürlenmesi budur. Bu durumda hiçbir şey gereğince çalışmaz ve maksat hâsıl olmaz.
Maksat nedir? Hakikat; yani hakikati bulmak ve ona uymak. Kişinin maksadı bu olmalıdır. Eğer maksat bu değilse, niyet başkalaşmışsa lokomotif ters yöne dönmüştür. Olması gerekenin tersi yöne… Bu durumda neyin ne olduğu önem arz etmez. Arzular önem kazanmış, kafalar kuma gömülmüştür. Artık gerçekler görülmemekte, görülmek istenmemektedir. Kâfir olma moduna geçilmiştir. Hakikati görmeme, görmezden gelme moduna.
Bu moddaki yöneliş hüsrandır. Artık zan denizinde bocalama başlamıştır. Alıcılar kapanmıştır. Kapkaranlık olan böyle bir dünyayı aydınlatacak hiçbir ışık yoktur. Tek çare teslimiyet moduna geçmek hakikatin önünde eğilmektir. Aksi takdirde hiçbir etken, fayda vermeyecektir. Bu durum ilahi kelamda şöyle ifade edilir. “Doğrusu kâfirleri (Hakikati görmezden gelenleri) uyarsan da uyarmasan da fark etmez. İnanmazlar. Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri perdelidir. Onlar için büyük bir azap vardır”.[2] Allah kalplerini mühürlediği için hakikati görmemekte değillerdir. İşin aslı hakikati görmek istemedikleri için Allah’ın kalplerini mühürlemiş olmasıdır. Zira Allah’ın yasasına göre kafasını kuma gömen, etrafındaki hakikatlere göz yuman kör hükmündedir. Ama bu körlük kişinin kendi kendisini karanlığa mahkûm etmesi anlamında bir körlüktür.
Yöneliş modu kalpte belirlenir. Her şey niyete göre şekillenir. Bu bakımdan öncelikle ve ivedilikle niyetimizi sorgulamalıyız. Küfür modundan teslimiyet moduna geçmeliyiz. Önce hükmü verip hakikati bu doğrultuda eğip bükmek yerine hakikatin önünde eğilmeli hakikatin ışığında yönelmeliyiz.
Bilginin kaynakları üç olarak gösterilmektedir. Beş duyu, akıl ve sadık haber(vahiy). Kanaatimce bu tanılama yanlıştır. Zira kaynak bir şeyin alındığı yerdir. Kaynağa ulaştıran aracılar kaynak değil bir vasıtadır. Bir suyun kaynağı o suyun çıktığı yerdir, gözesidir. O kaynaktan bize suyu ulaştırmakta olan boruları da kaynak olarak belirlemek o borulardan karışacak olan eklentileri de kaynağa katmak olur. Bu, o suyun hakiki niteliğini başkalaştırma anlamına gelir. İşin aslı şudur. Kaynak başka, kaynağa ulaştıran araçlar başkadır. Bu bakımdan bilginin kaynağı ve bilgiye ulaşma noktasında etken unsurları birbirinden ayırmak gerekir. Bilginin kaynağı Allah’ın kitabıdır. Yani Allah’ın ayetleri. Allah’ın ayetleri tekvini ve tenzili olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvini ayetler Allah’ın yarattığı her şeydir. Evren ve evrendeki her şey… Tenzili ayetler ise kâinatın kullanma kılavuzu mahiyetindeki vahiydir. Yaratılan her şey bu bakımdan Kur’an’da bir ayet olarak tanımlanmaktadır.
Bilginin kaynağına ulaşabilme ve hakikati kavrayabilmenin ön koşulu tüm ön yargılardan arınmak hakikate teslim olmaktır. Yani kaynağa yönelirken amaç gerçeği görmek ve kabullenmek olmalıdır. Niyetimiz bu olmazsa ne kadar imkânımız olursa olsun, ne kadar zeki olursak olalım hakikate değil yanlışa yol alırız. Hakka değil batıla uyarız. Aydınlığa değil karanlığa çıkarız. Buradan anlaşılıyor ki kalp bilgiye ulaşma noktasında aklın yönünü belirleyen bir unsurdur, aklın makinistidir. Yani kişinin ne yönde düşüneceğini neyi nasıl göreceğini, neyi nasıl tanılayacağını, niyeti belirlemektedir. Akıl bilginin kaynağı değil amaca ulaşmanın aracıdır. Bir veri işleme sistemidir. Bir tür veri işleme fabrikası…
Aklın işleyeceği malzeme ise bilginin kaynağından alınan verilerdir. Bu veriler kalbin yön verdiği doğrultuda işlenerek tanılanır. Eğer kalp yani niyet akla hakikat önünde eğilmeyi emrediyorsa, gerçekleri görme noktasında işlemesine yön veriyorsa akıl gerçeklere yönelir. Yok, arzular doğrultusunda yön veriyor ve gerçekleri eğip bükmesini emrediyorsa bu durumda akıl sadece saptırmaya yönelir. Kaynaktan gelen verileri saptırmaya…
Kaynaktan, yani Allah’ın tekvini ve tenzili ayetlerinden alınan verilerin akıl fabrikasına ulaşmasının aracıları ise beş duyudur. Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları. Bu duyular sadece kaynaktaki verileri ulaştıran bir araçtırlar. Bu verilerin işlenip anlaşılması ve tanılanması ise daha sonraki süreçte kalbin yön verdiği doğrultuda akılda gerçekleşir. Onun için Allah düşünmeyi kalbe nispet etmiştir. Zira akıl kalbe istinaden çalışır. “Onlar, Kur’an’ı hiç düşünmüyorlar mı, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”[3] Kalp kilitlenince sistem kilitlenmiştir.
Bizim görevimiz münazara metodunu terk etmek olmalıdır. Niyetimizi düzeltmeli ve Allah’ın ayetlerini okumalıyız. Tekvini ve tenzili ayetlerini… Eğer Allah’ın ayetlerinden önce başka şeyleri okursak ve birilerini ulema kabul edip söylenenleri peşinen kabullenirsek, araştırmadan sorgulamadan atalar yolunu izlersek ön yargı kılıcını kuşanmış oluruz. Bu durumda herkes kendi yetiştiği kültürden ezberlediği zanlarını savunmak için yola çıkar. Ayetleri okuruz ama gerçeği görmek için değil kendi zannımızı ispatlamak için, kendi mezhebimizi savunmak için. İşte bu anlayış münazara anlayışıdır. Doğru olmasına yanlış olmasına bakmadan hakikati bu yolda vasıta kılmak eğip bükmek anlayışı,,. Hâlbuki Kur’an’ın emrettiği istişare anlayışıdır. Hakikati araştırma, bildiklerini paylaşma anlayışı.
Münazara metoduyla hareket edenler gözü kara bir şekilde hakkı batıl düşüncelerine alet ederler. Hakikati zanlarını ispatlama amacıyla eğip bükerler. Bu bakımdan mezhepler arası ya da inançlar arası tartışmalara baktığımız zaman karşılıklı delil getirmeye kalkıştıklarını hatta çoğu zaman iki tarafın da aynı ayeti birbirlerinin yanlışlığını ispat üzere kullandıklarını görürüz. Bunun en bariz örneği Kur’an ayetlerinin Necranlı Hıristiyanlar tarafından Hz İsa’nın tanrılığına delil getirilmeye kalkışılmış olmasıdır. Hz peygambere “Sen İsa’nın Allah’tan bir kelime olduğuna inanıyor musun? Sen İsa’nın Allah’tan bir ruh olduğuna inanıyor musun?” diye soran insanlar peygamberin evet cevabı karşısında “Bak işte senin kitabın da İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylüyor” anlamında sözler söyleyebilmişler ve peygamberin açıklamalarını dinlememişlerdir. Zira amaç bir şeyi ispatlamak olunca, zannımızı ve ezberimizi ispatlamak üzere ayetlere yaklaşınca o ayetler sapmamızdan öte bir işlev arz etmemektedir.
İşin ilginç bir yönü de şudur. İslam âleminde bu ayetin[4] Kur’an’ın bir kısım ayetleri anlaşılamaz şeklinde ezbere dönüştürülmüş olması… Hatta “Burada durulmalıdır, geçilmelidir. Durursak sadece Allah bilir geçersek âlimler de bilir” şeklinde kısır bir tartışmanın yapılmakta olması. Bu ezberden çıkılamaması ön yargının hakikat önünde nasıl perde olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki Bazı ayetleri okuduğunuz zaman insanlar mezhepleri uğrunda zanları yolunda “Bu ayeti okuma! Zira bu ayet müteşabihtir anlaşılamaz. Anlamını sadece Allah bilir. Bu tür ayetlere kalplerinde eğrilik olanlar yönelir” diyebilmektedirler. Hâlbuki Ali İmran 7. ayet Kur’an ayetlerinin Allah’ın hitabı olduğunu, bu yüzden ayetleri açıklama yetkisinin Allah’a ait olduğunu kalplerinde eğrilik olanların ise bu ayetlere fesat çıkarmak üzere yöneldiklerini ve Allah’ın açıklamalarına değil kendi arzularına, zanlarına uyduklarını vurgulamaktadır. Tıpkı Necranlı Hıristiyanların yaptığı üzere ki zaten ayetin nüzul sebebi de budur. Yoksa bu ayet müteşabih ayetleri okumanın, onları anlamaya yönelmenin kalpte fitne olması anlamına geldiğini söylememektedir. Ayetin söylediği kalplerinde eğrilik olanlar fesat çıkarmak için yani saçmalıklarına alet etmek için bu ayetlere yönelirler. Kalplerinde eğrilik olmayanlar ise bu ayetlere anlamak ve teslimiyet göstermek üzere eğilirler. Onun tevilini ancak Allah bilir demek ise o ayetin hakiki anlamını açıklamayı ancak Allah bilir demektir ki samimi olanlar Allah’ın açıklamalarını dikkate alırlar. İyice araştırır ve Allah’ın ayetine uyma noktasında zanlarını değil Allah’ın ayetlerini, açıklamalarını dikkate alırlar. Zira Allah ayetlerini açıklamıştır, apaçık ortaya koymuştur. Bu bakımdan “Elif, Lâm, Râ; Öyle bir kitap ki, ayetleri hâkim kılınmış sonra en doğru kararı veren ve her şeyden haberdar olan tarafından açıkça ortaya konmuştur”[5] buyrulmaktadır. Kalplerinde eğrilik olanlar Allah’ın bu açıklamalarını değil kendi zanlarını, ön yargılarını dikkate alır, ayetleri eğip bükerler. Samimi olanlar ise Allah’ın açıklamalarını dikkate alır, ayetlere teslimiyet gösterirler. İşte bu samimiyet üzere davrananlar ayette “ilimde rusuh sahibi olanlar” olarak nitelendirilmişlerdir. İlimde rusuh sahibi olmak demek ilmî açıdan iyice araştırıp delillerden hareketle hakikate ulaşmak demektir. Herkes inancı, düşüncesi ve davranışı öncesi hakikati görmek ve bilmek zorundadır. Yani âlim olmak zorundadır. Âlim olmazsa zalim olur.[6] Zaten “Biz inandık, hepsi Rabbimizin katındandır”[7] diyebilmenin şartını ilgili ayet[8] ilimde rusuh sahibi olmak olarak açıklamıştır. Tüm Müslümanlar “Biz inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” demek zorunda olduğuna göre tüm Müslümanlar âlim olmak zorundadır. Yani ayetlerin hakikatini iyice araştırıp öğrenmek zorundadır. Aksi takdirde “Biz inandık” demeleri mümkün gözükmemektedir.
Demek ki asıl mesele şudur. Tüm ön yargılardan arınmalı, hakikate uymak üzere yola çıkmalıyız. Aklın kalbe istinaden çalıştığını unutmamalıyız. Arzularımızı ispatlamak uğruna zanna uymak yerine hakikate teslim olmak üzere ilme dayanmalıyız. Hakikati araştırmalıyız. Hakikatin önünde saygıyla eğilmeliyiz.
Mustafa Ayas
06 Haziran 2010
[1] Buhari; İman, 39 / Müslim; Müsakat, 107
[2] Bakara; 6,7
[3] Muammed; 24
[4] Ali İmran;7
[5] Hud; 1
[6] Bu konuda Âlim olmak ya da zalim olmak konulu yazımıza bakılmalıdır.
[7] Ali İmran; 7
[8] Ali İmran; 7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder